Depremde İnşaat Mühendisinin Hukuki Sorumluluğu
› Forumlar › İnşaat Bilimi › İş Hukuku › Depremde İnşaat Mühendisinin Hukuki Sorumluluğu
- Bu konu boş.
- YazarYazılar
Kuşkusuz ülkemizin karşı karşıya olduğu en önemli tabi afetlerden birincisi depremdir. Yurdumuzun hemen hemen her bölgesinde, deprem riski bulunmaktadır. Bu çalışmada, inşaat mühendisinin deprem gibi tabi afetler sonucunda meydana gelen hasarlardan kaynaklanan hukuki sorumluluğu ele alınmış, uygulamada karşılaşılan sorunlar ve çözüm yolları ortaya konmaya çalışılmıştır.
Bu amaçla, inşaat mühendisinin deprem gibi tabi afetler sonucunda meydana gelen hasarlardan kaynaklanan hukuki sorumluluğunu değerlendiren yürürlükteki mevzuat ele alınmış, mevzuatın gerek öğretideki gerekse Yüksek Mahkeme kararlarındaki yorumlanma şekli ortaya konmuştur. Daha sonra Yüksek Mahkeme ve doktrin tarafından yapılan yorumlar mevzuatla karşılaştırılmış, bu suretle inşaat mühendisleri açısından ortaya çıkan sorun belirlenmiştir.
Son olarak uygulamadaki hatalar eleştirel bir yaklaşımla ele alınmış ve sorunun çözümü için yapılması gerekenler belirlenmiştir.
1. GİRİŞ
Kuşkusuz ülkemizin karşı karşıya olduğu en önemli tabi afetlerden birincisi depremdir. Yurdumuzun hemen hemen her bölgesinde deprem riski bulunmaktadır. Elbette ki, deprem toplumsal bir sorundur ve toplumun bir bireyi olarak her birimizi her yönüyle yakından ilgilendirmektedir. Ancak biz hukukçuları, özellikle deprem anından ve öncesinden ziyade depremden sonra ortaya çıkacak ihtilaflar da yakından ilgilendirmektedir.
Yakın zamanda, Kocaeli ili ve çevresinde meydana gelen depremler sonrasında ortaya çıkan hukuki gelişmeler inşaat mühendisleri açısından çok önemli bir sorunu gündeme getirmiştir. Her ne kadar, bu sorun meslek mensuplarınca yeteri kadar önemsenmemekteyse de, bizce mesleğin karşı karşıya olduğu en büyük risklerden birisi söz konusudur.
Kuşkusuz ki, bu sorun inşaat mühendisinin depremde meydana gelebilecek hasardan kaynaklanan hukuki ve cezai sorumluluğudur.
2. DEPREMDE İNŞAAT MÜHENDİSİNİN SORUMLULUĞU
2.1. Sorumluluğun Boyutları
İnşaat Mühendisinin deprem nedeniyle sorumluluğundan bahsedilebilmesi için öncelikle inşaat mühendisince yapılan yahut inşaat mühendisinin inşası sürecine her hangi bir şekilde dahil olduğu bir yapının deprem sonucunda hasarlanmış olması gereklidir. Dolayısıyla, bu çalışmamızda her ne kadar üzücü bir sonuç olsa da, inşaat mühendisinin inşa sürecine herhangi bir şekilde katıldığı bir binanın deprem sonucunda hasarlanmış olması olasılığına göre hareket edilmiştir. İnşaat mühendisinin yapı müteahhidi, proje müellifi olarak yahut başka bir surette inşasında görev üstlendiği bir yapının deprem sonucunda hasar görmesi halinde, iki tür sorumluluk söz konusu olacaktır. Öncelikle, zararın şahsında gerçekleştiği kişilerin tazminat talep etme hakkı bulunmaktadır. Bu halde hukuk davası ile karşı karşıya kalınması söz konusudur. Öte yandan, eylem aynı anda suç da teşkil edebilir. Bu durumda da suç isnadı ile karşı karşıya kalınabilir. Ancak bizim bu çalışmamızda, uygulamada ortaya çıkan sorunlar açısından sadece hukuki sorumluluk ele alınacaktır. Öte yandan, ortaya çıkan ilk sorun, inşaat mühendisinin sorumluluğunun bedel açısından sınırıdır. Diğer bir ifadeyle, yapıda hasar meydana gelmesi halinde, inşaat mühendisi ortaya çıkan zararın ne kadarından sorumlu olacaktır. Kusuru oranında mı sorumludur, yoksa zararın tamamından mı sorumludur? Bir diğer sorun ise sorumluluğun zaman açısından sınırıdır. Sorumluluk ne kadar süreyle sınırlı olacak ve bu süre hangi andan itibaren işlemeye başlayacaktır? Bu nedenle bu çalışmamızı sorumluluğun sınırları açısından iki başlık altında ele alacağız.3. ZAMANAŞIMI
3.1. Genel Olarak Zamanaşımı, alacaklının alacağını talep etmek içinde harekete geçmesi gereken süreyi ifade eder. Aslında bu süre dolduktan sonra da alacaklı alacağını talep edebilcektir, ancak borçlunun zamanaşımı itirazında bulunması halinde alacağını talep etme hakkı olmayacaktır. Her şeyden önce şunu ifade etmek gerekir ki, zamanaşımı kamu yararını amaçlayan bir müessesedir. Zamanaşımı müessesesi sayesinde mahkemeler, aradan çok uzun süreler geçtiği için tetkiki zorluk arzeden olaylardan kurtulur. Ayrıca borçlu da borcunu gereği gibi ifa ettiğine dair delilleri yahut emareleri ilelebet saklamaktan kurtulur. 3.2. Zamanaşımı Sürelerinin Katiyeti Zamanaşımı meselesi çeşitli kanunlarda düzenlenmiş olup, biz sadece Deprem Sonucu Hasar Gören Yapılar açısından zamanaşımını incelemekte olduğumuzdan Borçlar Kanununu ele alacağız.
Borçlar Kanunun 127.m.si de yukarıda da ifade ettiğimiz gibi zamanaşımının kamu düzenine ilişkin olduğunu doğrulmaktadır. Zira maddeyle zamanaşımı süresinin taraflarca arttırılması yahut eksiltilmesi yasaklanmış bulunmaktadır. [3]
İncelememize konu durumda da aynı hususlar geçerlidir. Gerçekten Deprem Sonucu Yapının Zarar Görmesi halinde bilindiği üzere, sorumlulardan birisi de inşaat mühendisleri olmaktadır. Bir projeyi tamamen sona erdirip teslim eden bir kişinin, bu proje ile ilgili ayrıntıları ve belgeleri ilelebet hafızasında ve arşivinde tutması mümkün değildir. Belirli bir zaman sonra söz konusu projeyle ilgili ayrıntıları hafızasından ve arşivinden silebilmelidir. İşte bu zaman aralığı zamanaşımı süresini ifade etmektedir ve kuşkusuz ki bu sürenin makul olması gerekmektedir.
3.3. Zamanaşımı Sürelerinin Başlangıcı Zamanaşımının işlemeye başlayacağı anı tespit etmeden önce, incelememizle olan bağını da nazara alarak iki tür zamanaşımından yola çıkacağız. Borçlar kanunumuzda, haksız fiillerde ve alacaklarda ayrı olmak üzere iki ayrı zamanaşımı süresine yer verilmiştir. Yüksek mahkememiz bugüne kadar vermiş olduğu kararlarda deprem sonucu meydana gelen hasarı haksız fiil çerçevesinde değerlendirmiştir. Gerçekten de, zarar gören ile mühendis yahut müteahhit arasında herhangi bir sözleşme bulunmayan durumlarda zararın haksız fiil olarak kabulü mümkündür.
Kanunumuza göre, haksız fiil sonucu oluşan zararın talep edilebilmesi için zamanaşımı süresi zarardan ve zarara sebep olan failden haberdar olma tarihinden itibaren işlemeye başlayacaktır. Ancak her halde, zarara sebebiyet veren fiilin gerçekleştiği tarihten itibaren 10 sene sonra zamanaşımı süresi dolacaktır. [4] [5]
3.4. Zamanaşımı Süresinin Başlangıcı Açısından Öğretideki Görüş Doktrinde zamanaşımı süresinin başlangıcı ile ilgili farklı görüşler mevcuttur. Öncelikle bu görüşlerden bir kısmını ortaya koyalım; “10 senelik müruru zamanın mebdei zararın ika edildiği andır.” [6]
“Bu on yıllık süre, haksız fiilin yapıldığı tarihten (hatta zarar daha sonra doğmuş olsa bile) yürümeğe başlar.” [7]
“Haksız fiilden zarar gören taraf, zararı ve zarar vereni dha geç öğrenmiş olsa dahi, haksız fiilin yapıldığı tarihten itibaren on yıl geçmesiyle dava hakkı zamanaşımına uğrar. Federal Mahkemeye göre, on yıllık sürenin balangıcı, zararın daha sonra meydana geldiği hallerde de, zarara sebep olan ve sorumluluğa esas teşkil eden haksız fiilin yapıldığı tarihtir.” [8]
“ Haksız fiil nedeniyle tazminat davası açma hakkı, herhalde zarar verici fiilin vuku bulduğu tarihten itibaren on yıl geçmekle zamanaşımına uğrar.On yıl içinde zarar veya fail öğrenilemediği için bir yıllık zamanaşımı süresi başlamamış olsa dahi, haksız fiilin vuku bulduğu tarihten itibaren on yıl geçmiş ise tazminat davası açma hakkı zamanaşımına uğramış olur.
On yıllık zamanaşımı bakımından önemli olan tarih, haksız fiilin vuku bulduğu tarihtir. Bununla kastedilen zararın gerçekleştiği tarih değil, zarara yol açan fiilin tamamlandığı tarihtir. Zarar daha sonra gerçekleşmiş olabilir. Örnek olarak, fail tarafından radyasyona maruz bırakılan mağdur bu fiilden 15 yıl sonra bu sebeple kanser olmuşsa, tazminat zamanaşımı dolmuş bulunduğundan, tazminat talebi zamanaşımı itirazı ile karşı karşıya kalabilecektir.” [9]
“On yıllık sürenin başlangıcı “haksız fiilin işlendiği” tarihtir. Burada zarar ve faile ıttıla tarihi başlangıç alınmamıştır. Zarar ve faile ıttıla, on yıl dolduktan sonra gerçekleşmişse, artık zamanaşımı gerçekleşmiş olur.” [10]
“Fiilden zarar gören, gerek sorumlunun kim olduğunu gerekse zararı ne zaman öğrenmiş olursa olsun, fiilin vukuundan itibaren on yıl geçince, tazminat davası zamanaşımına uğrar.” [11]
“Zararlandırıcı eyemin yada olgunun sona ermesiyle başlayan on yıl içinde dava açılmaz ise, giderim istemek hakkı yıllanmış olur. Burada on yıllık süre, giderim isteme hakkı doğuran eyem yada olguyla işlemeye başlar. Zarar sonradan meydana gelmiş olsa bile, gene durum özdeştir.” [12]
“Zarar görenin zarara ve failine ıttıla tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı doğuran fiilin vukuundan itibaren 10 sene geçtikten sonra dava görülemez.” [13]
Her ne kadar farklı görüşler olsa da, yukarıda ortaya koyduğumuz tablodan ağırlıkta olan görüşün, haksız fiilden kaynaklanan zararlarda zamanaşımı süresinin zarara sebebiyet veren fiilin gerçekleştiği andan itibaren işlemeye başlayacağı kabul edilmektedir. Hatta zarar, daha sonra gerçekleşmiş olsa bile eylemin gerçekleştiği tarihin esas alınacağı ifade edilmektedir. Doktrinde ileri sürülen bu görüşü incelememize konu duruma uygulamanın yerinde olacağı kanaatindeyiz. İncelememize konu durum deprem nedeniyle yapıda meydana gelen hasarın tazmini meselesidir. Buna göre, Kastamonu ilinde 1950 yılında inşaat mühendisi olan Bay Ahmet tarafından bir bina inşa edildiğini kabul edelim. Yine bu binanın 2005 yılında meydana gelen deprem neticesinde yıkıldığını farzedelim. Olay yerinde bulunan enkaz üzerinde yapılan incelemede Bay Ahmet’in binanın inşasında deprem yönetmeliğine uygun malzeme kullanmadığı, binanın projesini yapan Bay Mehmet’in de matematiksel bir hata yaptığı tespit edilmiştir. Bu tespit sonucunda Bay Ahmet’in %95, Bay Mehmet’in %5 oranında kusurlu olduğu kanaatine varılmıştır. Bu arada binanın yıkılması neticesinde binanın 6.no.lu dairesinde oturan ve dairesini Bay Cemil’den satın alan Bayan Sevim vefat etmiştir. Bunun üzerine, Bayan Sevim’in mirasçıları Bayan Ayşe ve Bay Emre, Bay Ahmet ve Bay Mehmet’e karşı dava açmıştır.
Öncelikle, böyle bir olayda yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, haksız fiil hükümleri uygulanacaktır. Zira Bay Ahmet ile vefat Bayan Sevim arasında herhangi bir sözleşme mevcut değildir. Dolayısıyla sözleşmeden kaynaklanan sorumluluğa istinaden talepte bulunamayacaklardır. Borçlar Kanunumuzun 41.m.sine göre hukuka aykırı bir eylemle başkasına zarar veren kimse bu zararı tazmine mecburdur. Dolayısıyla, bir kimse hukuka aykırı bir eylem gerçekleştirmiş ve bu eylem neticesinde bir zarar oluşmuşsa bu zararı tazminle mecburdur. Bunun için eylemi gerçekleştirenle zarar gören arasında herhangi bir sözleşme bulunması gerekli değildir. Somut olayda, Bay Ahmet mevcut yönetmeliklere aykırı hareket ederek, binanın inşasından uygun malzeme kullanmamıştır, Bay Mehmet ise, projede matematiksel bir hata yapmıştır. Dolayısıyla Bay Ahmet ve Bay Mehmet’in bu davranışı hukuka aykırı eylemdir. Bu hukuka aykırı eylem neticesinde, Bayan Sevim’in mirasçıları zarar görmüştür. Son olarak uygun illiyet bağı aranacaktır. Diğer bir ifadeyle, binanın Bay Mehmet’in yönetmeliklere aykırı malzeme kullanmasından, yada Bay Mehmet’in projede hata yapmış olmasından dolayı yıkılıp yıkılmadığı araştırılacaktır. Eğer bina bu nedenlerle, yıkılmadıysa, diğer bir ifadeyle binanın yıkılmasıyla Bay Ahmet ve Bay Mehmet’in hukuka aykırı eylemleri arasında uygun illiyet bağı kurulamazsa, sorumluluk söz konusu olmayacaktır. [14]
Tüm bu unsurlar birlikte gerçekleştiğinde haksız fiilden söz edilebilecektir. Sıra zararın tazmini meselesindedir. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere zararın tazmininin talep edilebilmesi zamanaşımı süresine tabidir. Bu süre her halde zarara sebebiyet veren eylemin gerçekleştiği tarihten itibaren 10 yıl sonrasını geçmeyecektir. Bay Ahmet’in eylemi binanın inşası sırasında, Bay Mehmet’in eylemi projenin yapısı esnasında gerçekleşmiştir. Zaten binanın inşasından sonra Bay Ahmet ve Bay Mehmet olaydan elini çekmiş olup, herhangi bir eylem de gerçekleştirmemiştir. Buna göre, Bay Ahmet’in inşaatı bitirdiği, diğer bir ifadeyle inşaattan el çektiği tarihten, Bay Mehmet’in ise projeyi bitirdiği tarihten itibaren 10 yıl sonra, yani 1960 yılında zamanaşımı dolmuş olacaktır. Zararın bu tarihten sonra gerçekleşmesi durumu değiştirmeyecektir. Doktrinde kabul gören görüş bu yöndedir, aslında yukarıda ifade ettiğimiz kanun metninden de bu anlam çıkmaktadır.
3.5. Zamanaşımı Süresinin Başlangıcı Açısından Yargıtayın Görüşü Ancak Yargıtay doktrinde hakim olan görüşe katılmamaktadır. Şimdi de Yargıtayın konuyla ilgili görüşünü ve yukarıda ifade ettiğimiz doktrin görüşünden ayrıldığı noktaları ve bunun sebeplerini irdeleyelim. Yüksek mahkemenin aşağıda yer alan kararı konuyla ilgili görüşünü ortaya koymaktadır; “Her ne kadar, B.K.nun 60. maddesinde, “…Dava … her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunamaz.” Hükmü yer almakta ve böylece, ilk bakışta fiil tarihinden itibaren on yıl geçtikten sonra zamanaşımının mutlak surette gerçekleşeceği gibi bir anlam çıkmakta ise de, gerçekte böyle bir sonuca varılmasına olanak yoktur. Öncelikle, anılan hükümde yer alan “zararı müstelzim” ifadesindeki müstelzim sözcüğünün “gereken, gerekli, gerektiren” şeklindeki sözlük anlamından farklı olarak “neden olan” şeklinde; “zararı müstelzim” sözlerinin de “zararı doğuran, zarara neden olan” şeklinde anlaşılması gerektiğine işaret edilmelidir. Böylece, “zararı müstelzim” ifadesi, “zararı gerektiren” şeklinde değil, “zararı doğuran” şeklinde anlaşılmalıdır. Buna bağlı olarak B.K.nun 60. maddesindeki “…Her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra…” söz dizini, “Her halde zararı doğuran haksız fiilin işlenmesinden itibaren on sene geçtikten sonra” şeklinde anlaşılmalıdır. Bu takdirde ise, söz konusu hükme özellikle “zararı doğuran” sözlerine gereken vurgu yapılarak anlam yüklendiğinde, Yasa’nın on yıllık sürenin başlayabilmesini de, ortada, bütün unsurlarıyla gerçekleşmiş, zarar doğuran bir fiilin bulunması koşuluna bağladığı sonucuna varılır.Söylenenler biraz daha açılırsa: Hukuka aykırı ve ancak henüz herhangi bir zarar doğurmamış bir fiilin işlenmiş olması, tek başına yasal 10 yıllık zamanaşımı süresinin başlayabilmesi için yeterli değildir. Zira, yukarıda değinildiği üzere, bir fiilin haksız fiil olarak nitelendirilebilmesi için, diğer koşullar yanında, onun bir zarara neden olması da zorunludur. Kendisinden kaynaklanan bir zarar bulunmadıkça, bir fiilin hukuka aykırılığından söz edilebilirse de, henüz bir haksız fiil olarak kabulü mümkün değildir. Böyle durumlarda, zarar doğuncaya kadar, ortada sadece hukuka aykırı bir fiil bulunur; dolayısıyla, bu aşamada, haksız fiilin unsurlarından sadece hukuka aykırılık ve -koşulları varsa- kusur unsurları gerçekleşmiş olur. O fiilin, hukuka aykırı bir fıil olmaktan çıkıp, haksız fiil niteliğine dönüşebilmesi ise, ancak diğer iki unsurun; bir zararın doğması ve zarar ile fiil arasında nedensellik bağının bulunması unsurlarının birlikte gerçekleşmesiyle mümkündür. Kısaca, hukuka aykırı bir fiil, bütün bu koşulların birlikte gerçekleştiği andan itibaren haksız fiil niteliğine bürünür; o potansiyeli taşıdığı halde henüz nedensellik bağını da içeren bir zararı doğurmamış olan hukuka aykırı nitelikteki bir fiil, zararın doğacağı ana kadar haksız fiil olarak nitelendirilemez. Dolayısıyla, haksız fiil, zorunlu olarak, bir zarar doğurduğu anda bütün unsurlarıyla tamam olur ve ancak o tarihte işlenmiş sayılabilir.Başka bir anlatımla binanın yapımı, yönetmeliğe aykırı olmasına karşın, o tarihte zarar doğmadığından davacının anılan tarihte bir talep hakkı da olamayacaktır. Bir hakkın, bu bağlamda ödence isteminin doğmadığı bir tarihte, zamanaşımının başlatılması hakkın istenmesini ve elde edilmesini güçleştirir, hatta olanaksız kılar. Binanın yapım tarihinde, davalının hukuka aykırı eylemi gerçekleşmiştir. Ancak ortada henüz bir zarar bulunmamaktadır. Yukarıda değinildiği gibi, her hukuka aykırı eylem, zararın oluşmasına neden olmayabilir. Binanın yapımı sırasında oluşan hukuka aykırılık eylemi, depremin oluşumu sonucunda zararı doğurmuştur.
Özetlemek gerekirse: B.K.nun 60, maddesi, gerek bir ve gerekse 10 yıllık sürelerin başlayabilmesini, bir zarara neden olmuş, dolayısıyla haksız fiil olarak varlık kazanmış bir fiilin varlığına bağlamaktadır. Dolayısıyla, neden olduğu zarar henüz gerçekleşmemiş bir fiilin salt işlenmiş olması, anılan sürelerin başlaması için yeterli değildir.” [15]
Görüldüğü üzere, yüksek mahkeme doktrinden ayrılmıştır.3.6.Yargıtayın Görüşüne Eleştirel Bakış Kanaatimizce yüksek mahkemenin yukarıda yer alan kararında, kavramlar hatalı olarak değerlendirilmiştir. Gerçekten, yüksek mahkeme, haksız fiilin unsurlarının hukuka aykırı bir fiil ve zarar olduğunu ifade etmekte, ancak hukuka aykırı eylemin işlendiği tarihte zarar gerçekleşmemişse, zararın gerçekleştiği anda hukuka aykırı fiilin işlendiğini kabul etmektedir. Halbuki, yüksek mahkeme kararında da belirtildiği gibi haksız fiil sadece hukuka aykırı fiil demek değildir, diğer bir ifadeyle haksız fiil salt olarak hukuka aykırı fiilden oluşmamaktadır. Haksız fiil kavramı, hukuka aykırı fiille birlikte, kusur, zarar ve illiyet bağı unsurlarını da kapsar. Yüksek mahkeme yukarıdaki hatalı yorumunda hareketle, zarar henüz oluşmadan haksız fiilden söz edilemeyeceğini, kanun hükmünde de, …zararı doğuran haksız fiilin işlenmesinden… itibaren dendiğinden, zarar da doğmamış olduğundan henüz haksız fiilin işlenmiş olduğundan bahsedilemeyeceğini, bu nedenle haksız fiilin ancak zararı doğuran deprem olayından sonra işlenmiş olduğunun kabul edilebileceğini ifade etmektedir. Yüksek mahkemeye göre zamanaşımı ile ilgili kanun hükmünün Türkçe karşılığı şu şekildedir; “Her halde zararı doğuran haksız fiilin işlenmesinden itibaren on sene geçtikten sonra” Yüksek mahkemece bu şekilde çevrilen madde metni ise aşağıdaki şekildedir; “Her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra” Görüldüğü üzere, kanun metninde, yüksek mahkeme kararında belirtildiği gibi, haksız fiil ibaresi bulunmamaktadır. Yüksek mahkemece yapılan yorumda kanunda yer almayan haksız ibaresi maddeye eklenmiştir. Dolayısıyla, kanunumuz on senelik sürenin işlemeye başlayacağı günü tüm unsurları ile haksız fiilin işlendiği günü, diğer bir ifadeyle haksız fiilin, hukuka aykırı eylem, zarar, kusur, illiyet bağı gibi tüm unsurları ile vücut bulduğu anı değil, sadece fiilin, diğer bir ifadeyle haksız fiil kavramının hukuka aykırı eylem unsurunun gerçekleştiği anı zamanaşımı süresinin başlangıcı olarak kabul etmiştir. Yukarıda örneklediğimiz olaya, yüksek mahkeme kararını uyguladığımızda, 1950 yılında inşa edilen yapının 2005 yılındaki depremde yıkılması halinde, 2015 yılına kadar sorumluluk söz konusu olacaktır. Halbuki, kanunumuz on yıllık sürenin (salt olarak) fiilin işlendiği tarihten itibaren başlayacağına hükmettiğinden, zararın ne zaman oluştuğunun herhangi bir önemi olamayacak, 1960 yılında on yıllık üst süre dolmuş olacaktır.
4. MÜTESELSİL SORUMLULUK
4.1.Genel Olarak
Müteselsil sorumluluk bir zararın birden çok şahıs tarafından tazmin edilmesi yükümlülüğünü ifade eder. Borçlar Kanunumuz haksız fiilin birden fazla kimse tarafından gerçekleştirilmesi halinde bu kişilerin haksız fiilden doğan zarardan müteselsilen sorumlu olacağını öngörmektedir. Müteselsil sorumluluk Borçlar Kanunumuzun 50-51.maddelerinde düzenlenmiştir. [16] [17]Müteselsil borç ilişkisinin söz konusu olduğu durumlarda her borçlu, borcun tamamını ifa etmekle yükümlü olmaktadır. Bu durumda alacaklı seçimlik hakkına sahiptir. Dilediği takdirde borcun tamamını müteselsil borçlulardan birinden isteyebilir. Yine borçlulardan birinin borcu ifa etmesi halinde borç sona erer. Bu durumda borcu ifa edenin diğer borçlulara kusurları oranında rücu etme hakkı bulunmaktadır.
4.2. Yüksek Mahkeme Görüşü ve Eleştiri
Yüksek mahkemenin haksız fiillerde müteselsil borcun uygulanacağına ilişkin içtihatları istikrar kazanmış durumdadır. Yüksek mahkemeye göre zarara sebep olan haksız fiili birlikte işleyenler arasında tam teselsül ilişkisi söz konusudur. Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, deprem nedeniyle meydana gelen hasarlarda, yüksek mahkeme haksız fiil sorumluluğunu kabul ettiğinden sorumluluk açısından da, müteselsil sorumluluğu kabul etmektedir. Diğer bir ifadeyle yüksek mahkemeye göre binanın müteahhidi ile proje müellifi, hasarın meydana gelmesindeki kusur oranları ne olursa olsun, zarar görenlere karşı, oluşan zararın tamamından sorumlu olacaktır. Yüksek mahkemenin bu görüşü, yakın zamanda meydana gelen deprem sonucunda oluşan hasarların tamamından, çok düşük oranlarda kusurlu olan inşaat mühendislerinin sorumlu olması sonucunu doğurmuştur. Gerçekten, kimi davalarda, deprem nedeniyle hasar gören bir yapıyla ilgili bilirkişi raporlarında proje müellifi olan inşaat mühendisi %1, yapının müteahhidi ise %99 oranında sorumlu olduğu tespit edilmesine rağmen, izah etmeye çalıştığımız müteselsil sorumluluk ilkesi gereğince, %1 oranında sorumlu olan inşaat mühendisinin, zarar gören kişiye karşı meydana gelen hasarın %100’ünü tazmin etme yükümlülüğü ile karşı karşıya kaldıkları gözlemlenmiştir. Bu şekilde yapıda bir başkasına ait kusur nedeniyle meydana gelen zararı da tazmin eden inşaat mühendisleri çoğunlukla rücu edecek kimse bulamamışlardır. Yine yukarıda yer alan örneğe dönersek, Bay Mehmet %5 oranında kusurlu olmasına rağmen, Bayan Ayşe ve Bay Emre’ye karşı %100 oranında sorumlu olacaktır. Kusuru aşan miktarda yaptığı ödeme için Bay Ahmet’e rücu edebilcektir. Ancak Bay Ahmet’in malvarlığına ulaşamaması halinde, rücu da mümkün olmayacaktır. Öte yandan, yüksek mahkemenin bazı kararlarında birbirinden bağımsız hareket edenler arasında teselsül ilişkisinin söz konusu olmayacağına hükmedildiği görülmektedir. Yüksek mahkemenin bu yönde olan bir kararı şu şekildedir; Davacı vekili, müvekkili adına “Lacoste” adlı tescili markanın takliden kullanıldığı mamullerin davalıların işyerinde satıldığını ileri sürerek bunun tesbiti ile markaya tecavüzün men ve ref edilmesine, haksız rekabetin tesbitine, ( 2.000.000 ) lira maddi, bir lira manevi tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, hükmün gazetede ilanına karar verilmesini talep ve dava etmiştir. Bir kısım davalılar vekili cevabında; müvekkillerinin çorap, gömlek ve iç çamaşırı satan küçük esnaf olduğunu, taklit olduğunu bilmelerinin mümkün olmadığı, davanın malların toptancısı veya imalatçısına açılması gerektiğini ayrı ayrı çalışan davalılardan müştereken ve müteselsilen tazminat istenemeyeceğini belirterek davanın reddini istemiştir.Mahkeme; toplanan delillere göre davalıların fiillerinin markaya tecavüz teşkil ettiği, ellerinde bulunan malların ( 1.180.350 ) lira olduğundan maddi tazminatın kısmen, manevi tazminatın tamamen kabulü gerektiği gerekçesiyle davacıya ait “Lacoste” markasına davalıların taklit marka alıp satmak suretiyle tecavüzlerinin men’ine, ( 1.180.350 ) lira maddi, 1 ( bir ) lira manevi tazminatın davalılardan müştereken ve müteselsilen tahsiline, fazlaya ilişkin istemin reddine karar verilmiştir.Hüküm; davalılardan M.Ö., İ.B., O.B., A.Y., S.S., ve H.E. vekilince temyiz edilmiştir.1 – Dosyadaki yazılara, kararın dayandığı delillerle gerektirici sebeplere ve delillerin takdirinde bir isabetsizlik bulunmamasına göre mümeyyiz davalıların aşağıdaki bent kapsamı dışında kalan sair temyiz itirazlarının reddi gerekmiştir.2 – Bir kısım davalılar vekili davaya karşı verdiği cevap dilekçesinde, müvekkillerinin ayrı yerlerde işyeri ve dükkan sahibi olduklarını, bu nedenle tüm tazminatın kendilerinden müştereken ve müteselsilen dava edilemeyeceğini savunmuş bulunmaktadır.Dosya kapsamından da bu savunmanın doğru olduğu konusunda bilgi ve belgeler bulunduğuna göre her davalı hakkında haksız rekabete konu teşkil eden pazarlama konusu mamüllerin değerleri ayrı ayrı saptanarak her bir davalı kendisinin sorumlu olduğu miktar bakımından TTK.nun 58. maddesi gereğince sorumlu tutulması gerekirken bu husus dikkate alınmadan ve olayda BK.nun 50 ve 51. maddelerinin koşullarının oluştuğu saptanmadan malların tamamı bakımından davalıların müştereken ve müteselsilen tazminatla sorumlu tutulması doğru görülmemiştir. [18]
Kanaatimizce de, teselsülden bahsetmek için zarara sebebiyet veren fiiller ve failler arasında bir bağ bulunması gereklidir. Deprem nedeniyle hasar gören binalar açısından, binaların inşası sürecinde bulunan müteahhit ile proje müellifinin birbirinin kusurundan bağımsız hareket ettiğini söylemek mümkündür. Bu durumdaki müteahhit ve inşaat mühendisinin, biri kollarını tutup, diğeri yumruk atmak suretiyle bir kimseyi darp eden iki kişi gibi birlikte hareket ettiklerini söylemeye imkan yoktur. Yine müteahhidin elde etmiş olduğu menfaatle, proje hazırlayan inşaat mühendisinin elde ettiği menfaati kıyaslayarak, bu iki kişinin ortaya çıkan zarardan müteselsilen sorumlu tutulmalarının hakkaniyet duyguları ile bağdaşmayacağı söylenebilecektir. Kanaatimizce yüksek mahkemenin yukarıda yer verilen kararında, bu düşüncenin de etkisi bulunmaktadır.
5. SONUÇ VE YORUM
Bu çalışmamızda, inşaat mühendislerinin deprem gibi tabi afetler sonucunda meydana gelen hasarlardan kaynaklanan hukuki sorumluluğunu ele aldık. Sorumluluğun zaman ve kusur oranı açsından sınırlarını, öncelikle yürürlükteki mevzuat, daha sonra öğretideki görüşler ve uygulamaya yön veren yüksek mahkeme kararları çerçevesinde inceledik. Tüm bunlar sonucunda uygulamanın inşaat mühendisleri aleyhine hakkaniyete aykırı bir noktaya doğru gitmekte olduğu kanaatindeyiz. Özellikle yakın tarihte meydana gelen depremler sonucunda ortaya çıkan durum bu kanaatimizi doğrulamaktadır. Yüksek mahkemenin uygulamaya hakim olan görüşüne göre, bir yapı inşasının belirli bir bölümüne dahil olan inşaat mühendisi, bu yapının deprem gibi tabi afetler neticesinde hasarlanması halinde, binayı yaptığı tarihin herhangi bir önemi olmaksızın sorumlu olabilecektir. Örneğin 1950 yılında inşa edilmiş bir yapının depremde hasar görmesinden dolayı 2008 yılında dahi sorumlu olabilecektir. Bu durumda şu sorular akla gelmektedir; * 1950 yılında inşası sürecinde bulunduğu yapının hangi şartlarda nasıl yapıldığını ne derece hatırlayabilecektir, kendi lehine olan delillere ulaşabilecek midir, kendini gereği gibi savunabilecek midir? * Ülkemizde birçok yapıda inşaat sona erdikten sonra değişiklikler yapılmaktadır, kullanılabilir alanın genişletilmesi için, yapıyı kullananlarca kolonların dahi kaldırıldığı gözlemlenmiştir. Yıkılmış bir yapıda, enkaz incelenerek böyle bir değişiklik yapılıp yapılmadığı saptanabilir mi? Yapıya, inşaat tamamlandıktan sonra yapı sahibi tarafından yapılan müdahaleler denetlenebilecek midir? Yoksa bunlardan da inşaattan elini çekmiş olan inşaat mühendisleri mi sorumlu tutulacaktır? Yine Yüksek Mahkemenin yukarıda özetlediğimiz görüşüne göre, deprem nedeniyle meydana gelen hasarlarda, yapının inşası sürecine katılan inşaat mühendisinin kusur oranı ne olursa olsun, zarar görene karşı ortaya çıkan hasarın tamamından sorumludur. Kanaatimizce, yapının inşası aşamasında gerek müteahhit ile proje müellifinin birbirinin kusurundan bağımsız hareket etmesi, gerekse elde ettikleri menfaatlerin birbirinden aşırı derecede farklı olması, nedeniyle sadece kendi kusurları oranında sorumlu olmaları gereklidir. Aslında tüm bu açıklamalarımız, yürürlükte olan kanunlarımızın inşaat sektörünün kendine has özelliklerini karşılamaktan uzak olduğu anlaşılmaktadır. Bunlardan en somutu 1999 yılında meydana gelenlerden depremlerden sonra yaşanan gelişmeler neticesinde ortaya çıkmıştır. Açılan hukuk davalarında yargı yerlerince yorum yoluyla Borçlar Kanunumuzun haksız fiil hükümleri uygulanmıştır. İnşaat sektörünü ilgilendiren bu davalara genel nitelikteki kanunların yorum yoluyla uygulanması bir başka hukuk boşluğu olduğunu ortaya koymaktadır. Kanaatimizce, inşaat mühendisinin inşası sürecinde herhangi bir şekilde bulunduğu yapıların hasar görmesi nedeniyle ortaya çıkacak zararları tazmin yükümlülüğü, hem zamanaşımı, hem de müteselsil sorumluluk bakımından İmar Kanununa ilave yapılmak suretiyle yeniden düzenlenmelidir. Ne var ki, bu şekilde hukuki bir düzenleme yapmadan önce, yüksek mahkemenin yukarıda yer alan yorumunun arakasında yatan toplumsal gerçekler çözüme kavuşturulmalıdır. Yüksek mahkemenin yukarıda ifade ettiğimiz görüşüne, özetlediğimiz hukuk kurallarından ziyade, günün şartları ve toplumun içinde bulunduğu durumun etki ettiği kanaatindeyiz. Yüksek mahkeme konuyla ilgili olarak verdiği tüm kararlarında, bir yapıyı satın alan birisi için, deprem gerçekleşmeden önce herhangi bir zarar oluşmadığını ve onun zarardan haberdar olmasının mümkün olmadığına işaret etmektedir. Gerçekten de, bir daire satın alan birisinin, bu daireyi inşa eden kişinin dairenin inşaatı esnasında doğru malzeme kullanıp kullanmadığı, yönetmeliklere uygun davranıp davranmadığı gibi hususları kontrol ettirebilmesine olanak bulunmamaktadır. Tüm dünyada ve ülkemizde de yargıçlar kanaatlerini toplumun içinde bulunduğu sosyal durumu nazara alarak kullanmakta, bu husus kararlarına tesir etmektedir. Dolayısıyla, hukuki bir düzenlemeye başlamadan önce, bir daire satın alan kişinin, bu dairenin inşasında gerçekleştirilen hukuka aykırı eylemlerden etkin bir şekilde haberdar olabilmesinin de temin edilmesi yönünde adım atılmasının kamuoyunu da harekete geçirmek açısından olumlu olduğu kanaatindeyiz. Yüksek mahkeme, yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, aslında kanun metni çok açık olmasına rağmen, depremde zarar görenler lehine yorum yapmıştır.Kanaatimizce, yapıların periyodik olarak muayeneye tabi tutulması yönünde yapılacak bir düzenleme yukarıda ifade ettiğimiz toplumsal zarureti bertaraf edebilecek niteliktedir. Bu suretle, tıpta uygulanan teşhis yönetiminin benzeri yapılar için de benimsenmiş olacaktır. Gerçekten, bir yapıda mevcut arızanın zamanında teşhisi ileride ortaya çıkması muhtemel zararların engellenmesi açısından çok önemlidir. Çoğunlukla teşhisin, tedavinin yarısı olduğu bilinen bir deyiştir. Bir arızanın büyük sonuçlara ulaşmadan teşhis edilmesi, ortaya çıkacak zararı azaltmakla birlikte, telafisini de kolaylaştıracaktır. Çoğu vatandaşımızın ayda birkaç kez kullanmakta olduğu vasıtasının dahi periyodik olarak muayeneye tabi tutulduğu düşünüldüğünde, hayatımızın hemen hemen tamamını geçirdiğimiz, çoğu zaman yuvamız kimi zaman da işyerimiz olan yapıların periyodik muayeneye tabi tutulmamasının bir eksiklik olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca bu şekilde, yapıda inşaattan sonra yapılacak değişikliklerin de önüne geçilmiş olunacaktır.
KAYNAKLAR
[3] Borçlar Kanunu – Müruru Zaman Müddetlerinin Katiyeti – Madde 127 – Bu üçüncü bapta tâyin olunan müruru zaman müddetleri, mukavele ile tadil olunamaz. [4] Borçlar Kanunu – Müruru Zaman – Madde 60 – Zarar ve ziyan yahut manevi zarar namıyla nakdi bir meblâğ tediyesine müteallik dâva, mutazarrır olan tarafın zarara ve failine ittılaı tarihinden itibaren bir sene ve her halde zararı müstelzim fiilin vukuundan itibaren on sene mürurundan sonra istima olunmaz.Şu kadar ki zarar ve ziyan davası, ceza kanunları mucibince müddeti daha uzun müruru zamana tabi cezayı müstelzim bir fiilden neşet etmiş olursa şahsî dâvaya da o müruru zaman tatbik olunur.
Eğer haksız bir fiil, mutazarrır olan taraf aleyhinde bir alacak tevlit etmiş olursa, mutazarrır kendisinin tazminat talebi müruru zaman ile sakıt olsa bile o alacağı vermekten imtina edebilir.
[5] Borçlar Kanunu – Müruru Zamanın Başlangıcı – Madde 128 – Müruru zaman alacağın muaccel olduğu zamandan başlar, alacağın muacceliyeti bir ihbar vukuuna tabi ise müruru zaman bu haberin verilebileceği günden itibaren cereyan eder.
[6] Ord.Prof.Dr.Ferit H.Saymen Türk Borçlar Hukuku sf 527
[7] Prof .Dr.Kenan Tunçomağ Borçlar Hukuku Dersleri sf 315[8] Safa Reioğlu Borçlar Hukuku sf.205 [9] Prof.Dr.M.Kemal Oğuzman, Borçlar Hukuku Dersleri sf.523
[10] Turgut Uygur Borçlar Kanunu Şerhi Sf 946
[11] Borçlar Hukuku Prof Dr. Selahattin Sulhi Tekinay, Borçlar Hukuku Sf 550
[12] Mustafa Reşit Karahasan Tazminat Davaları Sf 1073
[13] Lütfü Dalamanlı, Faruk Kazancı, Muharrem Kazancı Borçlar Kanunu şerhi 1.cilt Sf 985
[14] Üzülerek belirtmek istiyoruz ki, yakın zamanda meydana gelen depremler sonucunda görülen davalarda, yukarıda ifade ettiğimiz uygun illiyet bağı çoğunlukla aranmamıştır. Çoğu davada, sadece projede hata olup olmadığına bakılmış, hata mevcut ise sorumluluğa hükmedilmiştir. Halbuki, büyük bir titizlikle, binanın bu hata nedeniyle zarar görüp görmediğinin de değerlendirilmiş olması gerekirdi.
[15] Yargıtay Hukuk Genel Kurulu 22.10.2003 t, 2003/4-603 E., 2003/594 K. sayılı kararı [16] Borçlar Kanunu – Madde 50 – Birden ziyade kimseler birlikte bir zarar ika ettikleri takdirde müşevvik ile asıl fail ve fer’an methali olanlar, tefrik edilmeksizin müteselsilen mesul olurlar. Hâkim, bunların birbiri aleyhinde rücu hakları olup olmadığını takdir ve icabında bu rücuun şumulünün derecesine tâyin eyler.Yataklık eden kimse, vakı olan kârdan hisse almadıkça yahut iştirakiyle bir zarara sebebiyet vermedikçe mesul olmaz.[17] Borçlar Kanunu – Madde 51 – Müteaddit kimseler muhtelif sebeplere (haksız muamele, akit, kanun) binaen mesul oldukları takdirde haklarında, birlikte bir zarar vukuuna sebebiyet veren kimseler hakkındaki hükümlere göre muamele olunur.Kaideten haksız bir fiili ile zarara sebebiyet vermiş olan kimse en evvel, tarafından hata vaki olmamış ve üzerine borç alınmamış olduğu halde kanunen mesul olan kimse en sonra, zaman ile mükellef olur.
[18] Y 11.HD. 23.06.1992 t, 1991/367 E., 1992/7947 K.Alıntı: Daylık Avukatlık
- YazarYazılar